Allah’a savaş açan Müslümanlar!

 

Şöyle bir soru sorsam.

Allah‘a savaş açanlar kimlerdir?

Firavunlar, putlara tapanlar, müşrikler.

Bunların hemen aklınıza geldiği muhakkak.

Peki, şu kişiler aklınıza geldi mi?

Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve artık faizin peşini bırakın, eğer gerçekten müminler iseniz.

Eğer böyle yapmazsanız, Allah ve Resulüyle savaşa girdiğinizi bilin. Eğer tövbe edecek olursanız, anaparalarınız sizindir. Böylece siz ne başkalarına haksızlık etmiş olursunuz, ne de başkaları size haksızlık etmiş olur.” Bakara 278-279

Allah ve Resûlüyle savaşa girdiğinizi bilin.

Faiz yiyen kişiler hakkında böyle şiddetli bir uyarı yapılması daha önce dikkatinizi çekti mi?

Kur’an-ı Kerim’de başka hiçbir konuda böyle bir ifadeyi göremeyiz.

Faiz yiyen kişiler de, tıpkı firavun gibi, Ebu Leheb gibi Allah ve resulüne karşı savaşan kişilerdir.

Allah ile savaşan bir kişinin o savaşı kazanabilme şansı elbette ki yoktur. Müslümanlar bunu bilirler.

Tüm mesele, Emre Dorman’ın da dediği gibi, “Pek çok Müslüman’ın asıl sorunu Allah var deyip yok gibi yaşaması ve Kur’an’a iman edip ondan haberdar olmamasıdır.”

Ne yazık ki hayatımızın birçok alanında faize bulaşmış durumdayız.

Emeklilik promosyonları, konut, araba, ihtiyaç kredileri vs.

Bir arkadaşımın da dediği gibi “Biz artık öyle Müslümanlar! olduk ki, dini bayramlarda Müslümanlara müjde olarak “bayram kredisi” sunuluyor.”

Bu aslında “Müjde, bayram nedeniyle, domuz eti fiyatlarını düşürdük” demek gibi.

Bu kadar faize bulaşıp , “Allah Müslümanlara neden yardım etmiyor” diye soranlar oluyor.

Allah, kendisine ve resulüne savaş açanlara mı yardım edecek?

Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve artık faizin peşini bırakın, eğer gerçekten müminler iseniz.” Bakara 278

Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak faiz yemeyin. Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.” Al-i İmran suresi,130

Bu konuyu araştırırken en merak ettiğim nokta şu oldu.

Ayetlerdeki bunca dehşetli uyarıya rağmen, nasıl oluyor da faiz bu kadar hayatımızın içinde yer alabiliyor?

Şeytan, ne söylüyor da Müslümanların aklını çelebiliyor?

Şimdi sizinle Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetleri ve bunlardan çıkan sonuçları paylaşacağım. Bu noktaları öğrenen kişi bir daha faize bulaşır mı, hiç sanmam.

Çok iyi bildiğimizi düşündüğümüz Âdem As’ın kıssasında çok önemli bir ayrıntı vardır.

Dedik ki: “Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” Bakara 35

Nihayet şeytan ona vesvese verip şöyle dedi: “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?” Taha suresi 120

Şeytan, Âdem as’a iki şey vaat etti.

1. Ebedi yaşam
2. Yok olmayan bir saltanat

Âdem as ve eşi, şeytanın bu vaatlerine aldandılar. Sonra hatalarını anladılar ve Allah’tan af dilediler. Allah da onları affetti.

Konumuz ile ilgili önemli ayrıntı ise şu.

Affedilmelerine rağmen, cennet gibi olan yurttan çıkarıldılar.

Şeytanın “ebedi yaşam ve yok olmayan saltanat” vaadine inanan Âdem as,

1. Ölümsüz değildi. Yasak ağaçtan yediğinde ölümsüz olmadı.

2. Cennet gibi olan yurttan çıkartıldı, sahip olduklarını da kaybetti.

Tekrar altını çizelim.

Affedilmelerine rağmen, işledikleri günah sebebiyle sahip olduklarını da kaybettiler.

Demek ki,

İşlediğimiz her günah, hayatımızda bir mahrumiyet doğuruyor.”

Peki ya faiz yiyenler.

Şeytan onları nasıl kandırıyor ?

Şeytan fakirlikle korkutarak size cimriliği, kötülük işlemeyi emreder. Oysa Allah size kendi katından bağışlama ve bol nimet vaad eder. Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir.” Bakara 268

Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, “Alışveriş de faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt gelir de (o öğüte uyarak) faizden vazgeçerse, artık önceden aldığı onun olur. Durumu da Allah’a kalmıştır. (Allah, onu affeder.) Kim tekrar (faize) dönerse, işte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalacaklardır.” Bakara 275

Şeytanın çarptığı adamlar.

Yani şeytanın etkilediği, güdümüne aldığı, akıllarını çeldiği kişiler.

Demek ki şeytan Âdem as’ı kandırdığı gibi, faiz yiyenleri de;

1. Fakirlik ile korkutarak (Bunu yapmazsanız fakir olursunuz, paranız eksilir gibi)
2. “Alışveriş de, faiz gibidir” diyerek kandırıyor.

Âdem as cennet gibi olan yurttan çıkarıldı.

Faiz yiyenler neleri kaybediyor?

Yahudilerin zulmetmeleri ve birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle daha önce kendilerine helâl kılınan temiz şeyleri haram kıldık. Onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.” Nisa suresi; 161

Faiz yemeleri sebebiyle, kendilerine helal kılınan temiz şeyler dahi Yahudilere haram kılınıyor.

Bu ayeti okuyan ve faiz yiyen bir Müslüman!, “ temiz şeylerin kendisi için harama dönüşmüş olabileceğini” düşünmesi gerekmez mi?

Birçok günah karşısında tövbe edip, affedilmeyi umuyoruz.

Oysa affedilsek bile, işlediğimiz günah sebebiyle hayatımızdaki bazı temiz şeyleri kaybediyoruz. (Çünkü her günah, bir mahrumiyet doğurur.)

Bir kuyuya, zehirli bir maddenin sızması gibi.

Zehir öyle kuvvetli ki, bütün suyu kirletiyor.

Kuyuya dışarıdan bakan için o hala bir su gibi görünse de, hatta karışan zehir yüzünden kuyudaki suyun miktarının arttığı sanılıp sevinilse de, aslında o su, içenlere şifalı bir su değildir artık. Kimyası bozulmuştur.

Faiz ile kazanılan gelir, suya karışan zehir ile suyun miktarının artması gibidir. Böyle bir kazanca sevinilir mi?

Atalarımızın da yaşayarak tecrübe ettiği gibi, “Haram gelir, helali de beraberinde götürür.”

Allah, faizi batıracağını bildirmiştir.

Allah faizi mahveder, oysa sadakaları bereketlendirir. Allah günahta ve inkârda direnen hiç kimseyi sevmez” Bakara suresi 276

İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz faiz, Allah yanında artmaz. Allah’ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekata gelince, işte onlar, malları kat kat artmış olanlardır. Rum suresi 39

Geldiğimiz noktayı özetlersek.

Faiz yiyenler,

1. Allah ve resulüne karşı savaş açmış kişilerdir. (Bakara 278,279)
2. Faiz yedikleri için kendilerine helal kılınan şeyler dahi harama dönüşebiliyor. Sahip oldukları temiz şeyleri dahi kaybedebiliyor. (Nisa suresi, 161)
3. Allah katında parası artmıyor, Allah faizi mahvedeceğini bildiriyor.(Bakara 276, Rum suresi 39)

Şu sorunun da aklınıza geldiğine eminim.

Faiz konusunu bu kadar önemli yapan nedir?

Kur’an-ı Kerim’de, başka hiçbir konuda yapılmayan uyarılar, neden faiz için yapılmıştır?

Bu konuda Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’ın örneğini çok beğeniyorum.

Faizi vücudumuzda dolaşan kan gibi düşünelim.

Vücudumuz kanı sadece bir bölgede biriktirir, diğer organlara gitmesini engellerse , organlar çalışamaz, görevlerini yerine getiremezler. Kişi ölür.

Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka. Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir.” Nisa 29

Faiz , piyasada dolaşması gereken paranın tek bir yerde birikmesine sebep olur.

Faiz geliri , faiz ile “borç almış” kişilerden elde edilir.

Faiz ile borçlanmış üreticiler, elde ettiği üründen kar elde edebilmek için ürününü daha pahalıya satar.

Olması gerekenden daha pahalı hale gelen ürünü ihtiyaç sahipleri alamazlar.

Faiz geliri, onların haklarının gasp edilmesine sebebiyet verecektir.

Faiz ile borçlanmış üretici, üründen zarar ederse (diyelim ki bir çiftçinin ürünlerini dolu vurdu ya da hastalık oldu) biriken faiz borcunun altından kalkamayacak, bir süre sonra ana sermayesinden de (tarlasını satmak zorunda kalması gibi) olacaktır.

Faiz geliri, katlanan borcunu ödeyemeyen kişilerin yok pahasına satılan mülklerinden oluşacaktır.

Mesela banka kredisi ile ev aldığımızda, yükselen fiyatlar ile bazılarının hiç ev alamamasına sebep olurken, kredi taksitini ödeyemeyen kişilerin varlıklarına el konulmasına da sebebiyet veren bu haksız düzenin bir parçası oluyoruz.

Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka. Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir. ” Nisa 29

Faiz işleminin oluşabilmesi için iki taraf gereklidir.

Faiz alan ve faiz veren. Biri olmadan, diğeri olamaz zaten.

Bu sebeple, faiz alan da, faiz veren de aynı günaha sahiptir. İkisi de olması gereken düzeni bozuyor, faiz yiyordur.

İnsanların kendi elleriyle yaptıkları yüzünden hem karada, hem denizde düzen bozukluğu ortaya çıktı. Bunun böyle olması, Allah onlara, yaptıklarının bir kısmını tattırsın diyedir. Belki vazgeçerler.” (Rum 30/41)

Bir örnek ile konuyu daha da netleştirelim.

Bir miktar para biriktirdik diyelim.

İnsanların paralarını faize yatırmalarının sebebi, “hiç risk almadan” para kazanma arzusudur.

Herkes bu sebeple parasını bankalara yatırdığında, üretimi kim yapacak?

Vatandaşları bu şekilde düşünen bir ülkenin, gelişebilmesi mümkün müdür?

Böyle bir ülkenin geleceği olabilir mi ki, orada yaşayanların bir geleceği olsun?

Kriz zamanlarında bankalarda yaşananları hepimiz biliyoruz. İnsanlar paralarını alamadılar. Senelerce biriktirdikleri uçup gitti.

Gelin bir de biriktirdiğimiz parayı helal yoldan değerlendirmeyi düşünelim.

Bir kere herkes biriktirdiği parasını “en iyi nasıl değerlendirebileceği” üzerine kafa yoracaktır.

Bu da ülkede, yeni ticari fikirlerin üretilmesine, yeni ticaret alanlarının oluşmasına olanak sağlayacaktır.

Üretim artacak, ürünlerin alımı kolaylaşacak, üretim fazlası için yeni pazarlar aranacaktır.

Birikimi olan kişilerin bir “kooperatif” altında birleştiğini, paralarını tarım ve hayvancılık alanında değerlendirdiklerini düşünelim.

Ülkemizde tarım ve hayvancılık nasıl olurdu?

O zamanda et fiyatları yine bu kadar pahalı, et yiyemeyen insan bu kadar çok olur muydu?

Bu kadar işsizlik olur muydu?

Refah, ülkenin her kesimine yayıldığında toplumsal huzur nasıl olurdu?

Türkiye’nin her bölgesinde şubesi olan bir market zincirinin yetkilisi ile görüşmüştüm. Ona, “Neden yurt dışından bakliyat getiriyorsunuz da kendi çiftçimizden almıyorsunuz “ diye sormuştum.

O da “ Bir ürüne bakıyorsunuz, ülkemizin farklı yerlerinde ekiliyor. Biz tek tek bütün çiftçilerle bağlantıya geçemeyiz. Buna vaktimiz yok. Ama bu ürünler bölge bölge yetiştirilse ve bir kooperatif altında toplansalar, biz sadece kooperatiflerle bağlantıya geçer ürünlerimizi buradan alırız.” demişti.

Hepimiz şunun farkındayız.

Şeytanın “Hayat şartları bunu gerektiriyor, herkes bunu yapıyor, sen niye yapmayasın ” söylemleri ile kendimizi kandırıp faize bulaştıkça, yaşamımız her geçen gün daha da zorlaşıyor.

Suçu hep başkalarında arayıp, sorumluluklarımızdan kaçmaya çalışmak en kolayı.

Ama bu bizi kurtarmayacak.

Bu şekilde bir geleceğimiz de olmayacak.

Önce kendimizi değiştirmeliyiz.

Önce kendimizi değiştirmeliyiz.

“… Hiç kuşkusuz bir toplumun bireyleri kendi iç dünyalarını değiştirmedikçe Allah da o toplumun gidişatını değiştirmez. Ve Allah (hak eden) bir toplumu cezalandırmayı murad ettiği zaman, onu engellemek mümkün olmaz; O’ndan başka sığınacak bir merci de bulamazlar. Rad suresi; 11)

Önemli bir not:

Katılım bankalarının şu anda verdikleri “ev, araba, ihtiyaç kredileri” bankalarla aynı işleyişe sahiptir. Buradan kredi çeken de, parasını buraya yatıranlar da bilmeliler ki , “Faiz” yiyorlar.

Hükümetin, Katılım Bankaları işlemlerinin faiz olmaktan çıkması için gerekli yasa değişikliğini yapmasını ve katılım bankalarını tarım ve hayvancılığı destekleyen yatırımlar yapacak şekilde geliştirilmesini  ümid ediyorum.

 

Katılım bankalarının işleyişinin faiz olması ile ilgili kaynak, Uluslararası İslam Ticaret hukuku kongresi , Prof. Dr . Hayrettin Karaman’ın Ticaret ve Faiz konulu açılı konuşması, 00:54 dakikadan sonrası.

Hayrettin Karaman “Faizsiz finansın mevzuatı niçin yok? ” yazısı.

Prof. Dr. Servet Bayındır, İslami Finansal Ürünler

Prof. Dr. Mehmet Okuyan, Faiz 

Tasarruflarımızı nerede ve nasıl değerlendirmeliyiz ? , Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır

 

 

 

Yazılarım kategorisine gönderildi | , , , , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

İletişimin haramları nelerdir?

İletişim konusu ile ilgili çok güzel bir çalışma yapılmış.

Merak edilen soruların cevapları (ayetler) karşılarında verilmiş. Emeği geçenlerden Allah razı olsun.

Yazılarım kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Ne uğruna yaşıyorsun ?

 

Yemek yerken aldığımız lezzet sadece bir an.

En lezzetli yemeğin bile, onu yuttuktan sonra en azından on dakika boyunca ağızda tadının kalmaması düşündürücü.

-Yemeklerden hiç lezzet almayacak şekilde

-Yemeğe hiç ihtiyaç duymayacak şekilde

-Bir kere yediğimiz yemeğin lezzeti ağzımızda hiç kaybolmayacak şekilde de yaratılabilirdik.

Ağzımızda tat kaybolmasaydı, yeni tatları alamazdık.

Hiç tat almasaydık  veya ihtiyaçsız yaratılsaydık tadın lezzetini bilemezdik.

Velhasıl

Yemeklerden anlık lezzet almak, hem lezzetli, hem öğretici hem de geçici bir lezzet olduğu için düşündürücü.

Yaşam, bizden ve anlarımızdan başka birşey değil.

Tüm mesele, bu anlık “lezzetler” için neler yapabileceğimiz.

O bir an için yapabileceklerimiz.

Hırsızlık yaparak elma yiyen de var, alın teri ile kendi yetiştirip yiyen de.

Geçici bir elma lezzetini tatsın diye mi yaratılmıştır insanoğlu ?

Bunca çile, insanın bu donanımda yaratılması bunun için midir ?

Bir anlık dünya hayatı ve onun geçici lezzetleri ” insanı insan yapan değerler olmadan ” yaşamaya değer midir ?

 

”  Ey insan! İhsanı bol Rabb’ine karşı seni aldatan nedir?  ” İnfitar suresi; 6

 

Yazılarım kategorisine gönderildi | 1 Yorum

Deistlere sorular…

 

 

1.Tanrı insanı niçin yarattı ?

Deistler, ahiretin (cennet, cehennem) varlığını inkar ederler. Ahiretin var olmadığı düşüncesi aynı zamanda insanın bu dünyadaki yaşantısının bir “sınama” olmadığının da iddia edilmesini gerektirir.

Bu durumda bir deistin “neden yaratıldım” sorusunu cevaplandırması gerekir.

Eğer inandığın tanrın seni ;

– Canı sıkıldığı için yarattı ise , sen bir oyuncaksın.

– İş olsun diye yarattı ise, şimdi de seninle ilgilenmiyor, sesini duymuyor,senden haberi yok, üzgün müsün mutlu musun , ne yapıyorsun, seninle ilgisi yok.

– Sana eziyet olsun diye yarattı ise, başına türlü çeşit sıkıntılar getiriyor, sadece sana eziyet vermek istiyor, bütün bu galaksileri , her türlü ayrıntıyı sırf bunun için planladı.

– Zevk alsın, eğlence olsun diye yarattı ise, sen masum insanların ölmesinden eğlenen tanrı fikrini nasıl kabul ediyorsun?

Sana çok ihtiyacı olduğu için yarattı ise, sen ona çok şey katıyorsun demektir.Sen olmadan bir şey yaratamaz; ama ne var ki sen varken de seni öldürüp yok ediyor ,yani yine seninle dalga geçiyor.

– Seni, bir sonraki nesile daha iyi bir dünya bırakmak için yarattı ise  “insanın iklim değişikliğine ve daha birçok şeye sebep olduğu” düşünüldüğünde, insan sayısını azaltmak ya da insanı yok etmek için çalışmak ibadet mi olacaktır?

Eğer Yaratıcı, sistemi ve seni neden yarattığına dair bir bilgi göndermediyse, yani cevabı vermediyse ulaşabileceğin sonuçlar yukarıdaki gibi olabilir.

O takdirde senin hiçbir anlamın yok.

Sen bir hiçsin. Yaratılman ile yaratılmaman arasında hiçbir fark yok.

Binlerce yıldır devam eden bu büyük sistemin içerisinde senin ömrün sadece birkaç on yıl.

Sonra toz haline geleceksin, en fazla iki nesil sonra seni tanıyan kimse kalmayacak. O zaman bu yaratıcının seninle ne alıp veremediği var. Neden sana bu kadar eziyet ediyor, adam yerine koymuyor, iletişim kurmuyor ?

Mademki hayatın sonunda “yok” sayılacaktın , o zaman neden “var” kılındın ?

İnandığın tanrının sana verdiği “yokluk” değeri, Allah’ın sana verdiği “kulluk” değerinden daha mı anlamlıdır ki ilkini seçiyorsun ?

“Neden yaratıldım” sorusu üzerinden deistin yaratıcı ile ilgili oluşturduğu tanrı kurgusu “dünyayı iş olsun diye yaratan, insana eziyet vermekten hoşlanan, sadist, insanla dalga geçen dolayısıyla türlü eksiklik ve acizlikleri olan psikolojisi bozuk bir insan türü” yaratıcı iken ,

Vahiy, yani “konuyu ayrıntılarıyla bilenin gönderdiği” kaynak bize Allah’ı , Rahman ismiyle tanıtıyor.

“Neden yaratıldım” sorusunun cevabını veren tek kaynak da vahiy.

………  insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım“. Zariyat, 56

Bir deist, aşağıdaki ayetleri okuyup evrene baktığında  “insanın dünyada böyle bir anlamının olmadığını” mı görür ki, insanın “kulluk için yaratıldığını” reddeder.

“Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık.” İsra 70,

“Ben yeryüzünde bir halife tayin edeceğim.” Bakara 30. ,

“Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi tarafından bir lütuf olarak hizmetinize veren de O’dur. Elbette bunda düşünecek kimseler için ibretler vardır. “ Casiye, 13

İnsan beyni sadece şu maddelerden ibarettir.

“160 gram yağ,

110 gram protein,

1 itre su,

15 gram şeker,

10 gram tuz

Biz bu malzemeleri bir araya getirdiğimizde sadece bir pelte elde edebiliriz (1) ama yaratıcı buradan mükemmel bir “canlılık” yaratmıştır .

Yeryüzünde başka hiçbir türde olmayan bir beyin yapımız var.

Bu sayede,

Düşünüyoruz, hissediyoruz, sorguluyoruz.

İnsanın diğer canlılardan farklı olarak “doğru ve yanlışı ayırt edebilecek”  donanımda yaratılması, insanın “sınanma amacı ile yaratılmasının” delili değil midir ?

“Mesela maymunlar arkadaşlarının öldüğünü anlayıp yas tutabiliyor. Fakat, kendilerinin de bir gün öleceği ile ilgili “ölüm farkındalığı” onlarda yok.(1)

İnsan “öleceğinin” neden farkında ?

Deist, evrende milim değişiklikler olduğunda canlılığın var olmayacağını keşfetmiş durumda. Ufak bir  mantık yürütmeyle bunların arka planında  bir tanrının varolduğunu yakalıyor.

Peki O kim ve sana neden bu kadar özen gösteriyor?

Hassas ayarlar içinde amaçsız yaratılan hiçbir şey yok.

Hiçbir şeyin amaçsız yaratılmadığını tek farkedebilen de “insan”.

“Her yaratılanın bir amacı vardır” ile insana anlatılmak istenen nedir ?

Yaratıcı; akıl sahibi olmayan bir hayvanın dahi yaratılışını bir amaç ile var etmiş iken, insanın yaratılışının çok daha “anlamlı” bir nedeni olması gerekmez mi?

“Gökleri ve yeri hak ve hikmet’le yaratan O’dur”. En’am suresi 73

2. Dünyada neden kötülük var ?

Deistler, inandıkları tanrının insanlığa hiçbir şekilde karışmadıklarını düşünürler. Bu sebeple dinleri, kitapları ve peygamberleri reddederler.

Bunun ne anlama geldiğini bir örnek ile anlamaya çalışalım.

Haberlerde izlemişsinizdir… “x evini yeni satın alan kişi ,tadilat yaptırırken bir yeri kırdırınca bir ceset ile karşılaştı. Seneler önce kaybolan kişinin sırrı çözüldü.Komşuları çok şaşırdı. Katili, iyi biri olarak bilirlerdi” diye.

Polis, suçluyu bulamayabilir…

Peki ya tanrı ..

Suçluyu bilir mi?

Bilip de , sessiz kalabilir mi?

Mazlumların ahını işitmez mi?

Ölen, öldüğüyle mi kalır ?

İnsanın yüzyıllardır bu dünyada yaşadığını düşünürsek, bu kadar zamandır, haksız yere , binbir işkence ile öldürülen çocuklar, kadınlar, kısaca insanlar var.

Haksızlık ile öldürülen bir çocuğa bakıp, bunun bir cezası olmalı diyor musun?

Ahireti yok saydığında, suç işlemiş ama dünyada ceza almadan ölen kişiler cezasız kalıyor bunu önemsemiyor musun?

Senin tanrın bir seri katil ile sana aynı mesafede. Sence ikiniz aynı mısınız ?

Tanrı sessiz kaldığında, biz onun “Doğru ile yanlışı ayırt edip etmediğini, neyi doğru, neyi yanlış tanımladığını nereden biliriz ?

Yaşadığın adaletsizlikler karşısında sen sessiz kalabiliyor musun?

Eğer yaşanan adaletsizlikler karşısında tanrın sessiz kalıyor, sen sessiz kalamıyor isen, bu durumda sen tanrından daha bilgili, yaratıcından daha adaletli olmuyor musun?

İnandığın tanrı nasıl bir yaratıcı ki sen ondan daha üstünsün ?

Mademki tanrın sadece dünyayı yaratıp sonrasında hiçbir şeye karışmayacaktı, o zaman insanı neden ; yanlışı görebilen, acı çeken, düşünebilen, ölümlerin ardından yas tutan bir varlık olarak yarattı ?

Tanrın acımasız mı?

Bütün bunlara rağmen, hangi bilgi ve delile dayanarak  hiçbir şeye karışmayan Tanrının “daha iyi” olduğunu iddia ediyorsun?

“ De ki: “Allah’ı bırakıp da size ne zarar, ne de fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah işitendir, bilendir”. Maide ,76

Deistler, “Ahiret yoktur” diyerek , “suçsuz insanları öldüren, hırsızlık yapan, fesat çıkaran, ömrünü zalimlikle geçiren insanlara, polise yakalanmadığınız sürece bu yaptıklarınızın bir bedeli yoktur” demektedirler.

Bu, “kötülük yapanlara arka çıkmaktır.”

Kötülüğün tarafı olan biri, yaratıcının “iyiliğini” nasıl sorgulayabilir ?



3. Tek tanrı inancı

Her bir deist tanrıyı “kendine” göre tanımlar. Bunun için de kendi tanrılarını “varsayımlar” üzerinden anlatırlar.

“Bence tanrı şunları sever, bence tanrı bunlara ceza vermeyecek, şu davranış suç değil, bu suçtur” gibi, ellerinde tanrının “neyi sevip neyi sevmediğine dair” hiçbir bilgi olmamasına rağmen kendilerine göre bir tanrı tanımı yaparlar.

Hatta bu tanımlama zaman içinde bile değişebilir.

Mesela 18 yaşındaki bir deistin ergenlik psikolojisi ile x bir konuda “Bence tanrı bunu suç olarak tanımlamıyordur” dediği bir şey , değişen hayat tecrübesi ile “Bence tanrı bunu suç olarak tanımlıyordur” a dönüşebilir.

Deistin, yaşadığı toplumun dini inancından, ailesinin örf ve adetlerinden, arkadaş çevresinden, rol model edindiği kişilerden etkilenerek kendi “tanrısının ahlakını” şekillendirdiğini düşünürsek,

Dünya genelinde her deist sayısı kadar, birbirinden farklı tanrı tanımlaması ve sayısı ortaya çıkacaktır.

Bu bakımdan baktığımızda aslında deizm, kişiden kişiye, ülkeden ülkeye değişen “çok tanrılı” bir ahlak inancını savunmaktır.

Eğer senin bu dâvetini kabul etmezlerse, bil ki onlar sadece heva ve heveslerine uymaktadırlar. Hâlbuki Allah tarafından bir delil olmaksızın kendi heva ve hevesine tâbi olandan daha şaşkın ve sapkın kimse olabilir mi? Allah, zulmü kendine meslek edinen kimseleri hidâyet etmez, emellerine ulaştırmaz. Kasas suresi;50

“Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? Furkan 43

 “Allah’ı reddettiğinizde, bir şeyin kötü olduğunu bile söyleyemezsiniz.

Neye göre kötü diyeceksiniz ?

“Bir şey ahlaki açıdan kötüdür” demek , “Ben onu şahsen ne düşünürsem düşüneyim, benim toplumum ne düşünürse düşünsün, insanların düşüncesinden bağımsız olarak bir şey kötüdür” demektir.(2)

Tek tanrıya inandığını söyleyen bir deist, nasıl olur da

“ ahlakın tanımı yapan” ve  onu rasyonel temele oturtan İslam’ı reddedip;

“ahlakın tanımının dahi yapılamadığı” çok tanrılı ahlak inancını kabul edilebilir bulur ?

 

” ………………..  Birbirinden farklı birçok rab mi daha hayırlıdır, yoksa herşeyi kudretine boyun eğdiren tek bir Allah mı?

    Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. ” Yusuf suresi; 39,40

 

 

 

1- Sinan Canan, Değişen Be(y)nim,

İleri okumalar için;

(2)Caner Taslaman ; Allah’ın varlığının 12 delili ; Ahlak, Felsefe ve Allah

Emre Dorman; Deizm Eleştrisi , Din neden gereklidir ?

ATEİSTLERİN İDDİALARINA CEVAPLAR..., Yazılarım kategorisine gönderildi | , , , , , ile etiketlendi | 2 Yorum

Peygamber efendimizin Zeynep validemizle evliliği

 

 

Ateist ve deistlerin bu konu hakkındaki soruları şu şekilde.

Peygamber nasıl oluyor da evlatlığının boşandığı eşi ile evlenebiliyor?

Oysa bu soru yanlış.

Asıl sormaları gereken soru şu

İslam’ın verdiği bu hüküm doğru mudur?

Kur’an-ı Kerim’in Allah’tan geldiğine iman ediyoruz; çünkü Kur’an-ı Kerim’de ki her hükmün,

– İnsanın kişilik haklarını en doğru şekilde tanımlayarak sınırlarını çizdiğine

– İnsanı en doğru şekilde tanımlayarak haklarını koruduğuna

– İnsanı en doğru şekilde tanımlayarak evrensel bir hukuk sistemi oluşturduğuna bundan dolayı İslam’ın en adil sistem olduğuna iman ediyoruz.

Özellikle her konuda kendi akıllarına övgüler yağdıran , “akla uygun olmayan her şeyi reddettiklerini söyleyen” ve “isteyen istediği gibi yaşasın” fikrini savunan ateist ve deistlerin,

Söz konusu İslam’ın “evlatlığa” bakış açısı olduğunda, bu konuyu sadece “Peygamber Efendimizin evliliği üzerinden” delillendirmesi ise acziyettir.

Eğer İslam’ın, “evlatlık” alınan kişinin “haklarını” doğru tanımlamadığını “delilleri” ile önümüze koysalardı, işte o zaman bu bizim için “akla uygun bir iddia” olurdu.

Ama onlar “ hükümlerin akla uygunluğunu araştırmak yerine, “yetiştikleri gelenek, örf-adet yapısı içinde” doğruları bulmaya çalışıyor ve bize delil olarak toplumun geleneklerini sunuyorlar.

Bize bu delili sunanlara,

“Kan davasını” konusunu sorduğumuzda ise bu sefer “böyle örf-adet mi olur” demeleri ise kendi çelişkilerini gösteriyor.

Sadece kan davası da değil, mesela “Sevdiği kişiyle evlenmesine izin verilmedi diye sevdiğine kaçan kişinin öldürülmesi” konusunu sorduğumuzda , “Herkes istediği ile evlensin böyle örf mü olur” derler ve bu olayın “namus kavramıyla” açıklanmasına kızarlar.

Ama yine aynı kişiler söz konusu efendimiz olunca, onun evliliğini “namus kavramıyla” yorumlaya çalışırlar.

Onların yapmadığınız biz yapalım.

Ve Allah’ın bu konudaki hükmünün, neden akla en uygun hüküm olduğunu“delilleri” ile açıklayalım.

Kur’an-ı Kerim, insana hep “aklını” kullanmasını emreder.

Birçok ayette “Biz atalarımızdan ne gördüysek ona uyarız” diyenlerin yanlışlığını anlatır ve muhatabına, “yetiştiğin toplumun İslam’a ters olan örf, adet ve geleneklerine uyma” uyarısında bulunur…

Bu konunun anlaşılması için cevaplandırılması gereken başlıklar var.

1. Evlatlığın tanımı

Kur’an- Kerim açısından, evlatlık, kişinin “öz evladı” değildir.

Gelenekçi bakış açısı için ise, evlatlık, kişinin “öz evladı gibidir”.

Bu noktada şunu sormamız gerekir.

Evlatlık edinilen kişinin “haklarını” korumak açısından en doğru bakış açısı hangisidir?

Gelenekçilerin evlatlıkları öz evlat kabul etmesi mi?

Kur’an-ı Kerim’in, evlatlıkları öz evlat kabul etmemesi mi?

  • “İnsanlara zerrece zulmedilmez” diyen bir kitabın, zulme izin vermesi elbette ki düşünülemez.

Kur’an-ı Kerim, evlatlığı “Kendi ayakları üzerinde durana kadar korunması ve gözetilmesi gereken, bu yapılırken de onun kişilik haklarına riayet edilmesi gereken bağımsız bir birey “ olarak tanımlar.

Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.

Yetimlere mallarını verin, temizi pis olanla değişmeyin, onların mallarını kendi mallarınıza katarak (kendi malınızmış gibi) yemeyin; çünkü bu, büyük bir günahtır. “ Nisa suresi;1,2

Bir örnek üzerinden ilerleyelim.

Baba ölüyor, aileden biri yetiştiriyor çocuğu. Çocuğun kendi ailesinden kalan büyük bir serveti var.

İslam’a göre bu çocuğa bakan aile “Senelerce sana baktık, bu sebeple senin sahip olduğun mallar bizimdir” diyemez.

Çocuk mallarını kendi idare edebilecek yaşa geldiğinde , “şahitler eşliğinde” malları kendisine verilir.

Toplum kendi çocuğu gibi düşünüp, yetimlerin mallarına el uzatmasın diye nisa suresinin 2. ayeti inmiştir.

Nisa suresinin 1. Ayetinde ise, “akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının” emri vardır. Bundan dolayı;

Yetim,

Yetiştirildiği ailenin mirasından pay alamaz.

Allah’ın her mümin için belirlediği sınırlar içerisinde istediği kişi ile evlenebilir.

Özgür bir bireydir.

Allah, evlatlıkların her türlü bakımının, yetiştirilmesinin üstlenilmesini emretmiş fakat onun ( gerçek akrabaları ile bağını kopartacak, onu gerçek kimliğinden uzaklaştıracak adımlar olan ) ;

– Kan bağına

– Malına

– Kişisel haklarına karışılmasını yasaklamıştır.

Evlatlıklar,  “görüp, gözetilmesi gereken kimsedir” ve kişinin din kardeşi gibidir.

Allah, hiçbir adamın içine iki kalp koymamıştır. Kendilerine zıhâr yaptığınız eşlerinizi de anneleriniz yapmamıştır. Yine evlatlıklarınızı da öz çocuklarınız (gibi) kılmamıştır. Bu, sizin ağızlarınızla söylediğiniz (fakat gerçekliği olmayan) sözünüzdür. Allah ise gerçeği söyler ve doğru yola iletir.”

“Onları (evlat edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın. Allah yanında en doğrusu budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin. Yanılarak yaptıklarınızda size vebal yok; fakat kalplerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır. Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Ahzab suresi, 5. ayet.

  • Gelenekçi bakış ise evlatlık edinilen kişiyi öz evlat kabul eder.

Genellikle evlatlık edinen aile, çocukları olmadığından bu duyguyu yaşamak için evlat edinmişlerdir.

Bu sebeple aileler evlat edinirken çocuğun;

– Yaşının çok küçük olması

– İlerde öz ailesi tarafından geri istenilme şansı olmaması gibi özellikleri ararlar.

Çünkü çocuğun gerçeği öğrenmesini, öz ailesini aramasını, kendilerince “kurguladıkları” mutlu aile tablosunun bozulmasını istemezler.

Ve şu hep gözden kaçar.

Evlatlık edinilen çocuk bu durumdan haberdar değildir.

Oysa;

Bir çocuğun “öz annesi ve babası olmak” gerçekliktir.

Bir çocuğu yanında büyütüp, onun sizi “anne ve baba” sanmasını sağlayacak şartları oluşturmak ise “kurgudur”.

Çocuk özleminden dolayı, çocuğu böyle bir kurgunun içine hapsedenler, o çocuğun öz ailesinin onu geri almasına da izin vermezler.

Bu uğurda kendilerine hamile süsü verip, adreslerini değiştirenler, hem ailelerinden hem de çocuktan bu bilgiyi gizleyenler vardır.

Çocuk kendisini sevgiyle büyüteni “öz annesi ve babası” zaten sayıyorsa, neden çocuktan evlatlık olduğu bilgisi gizlenmeye çalışılıyor ?

Zaman zaman haberlere yansıyan örnekleri görmüşünüzdür.

Şöyle bir örnek hatırlıyorum. Çok varlıklı bir ailenin yasak ilişkiden doğan çocuğu evlatlık veriliyor. Bir süre sonra yaptığından pişman olan aile, çocuğu geri almak istediğinde ise, onu evlat edinen aile buna izin vermiyor. Çocuk kendinden saklanan bu gerçeği yıllar sonra bir sebeple öğrendiğinde ise, öz babasının vefat ettiğini ve hakkı olan birçok şeye geç kaldığını öğreniyor.

Psikologların da tespit ettiği şöyle bir gerçeklik var.

Belki de öz ailesinde bile göremeyeceği şartlarda, büyük özveri ve sevgi içinde yetiştirilmiş bir çocuk, evlatlık olduğu gerçeğini öğrendiği anda büyük bir travma yaşıyor.

Oysa gelenekçi bakış açısından bu konuyu düşündüğümüzde, evlatlık olduğunu öğrenen bir kişinin hayatının kabusa dönüşmemesi gerekirdi.

Onları öz ailesi gibi görmeye devam etmesi, hatta gerçeği öğrendiği anda, kendisini büyük bir sevgi ile büyüten bu aileyi daha da çok sevmesi gerekirdi.

Ama bunların hiçbiri olmuyor.

Gerçeği öğrenen kişi,

Yıllarca bir yalan ile içerisinde büyütüldüğünü düşünüp, “ aldatılmışlık” duygusu ile travma yaşıyor ve hayatı kabusa dönüşüyor.

 

2  Ailenin evlat edinme amacı

  • Çocuk hasreti yüzünden evlat edinmek ile;
  • Bir çocuğun daha iyi şartlarda yaşamasını sağlamak için evlat edinmek arasında fark vardır.

Eğer amaç “çocuğun daha iyi şartlarda yetişmesini sağlayabilmek ” ise çocuğu bir kurgunun içinde yetiştirme ve onu kendi “kimliğinden” uzaklaştırma gereği oluşmaz.

Çünkü çocuğu evlat edinen aile, onu, gerçek ailesi olmadıkları bilinci ile yetiştirmektedirler.

Bu bilinçteki bir aile için, çocuğun gelecekte anne ve babasını araması ya da ailesinin bir gün karşılarına çıkıp çocuğu onlardan geri istemeleri bir travma sebebi değil, mutluluk sebebidir.

Çocuk zaten evlatlık olduğu bilinci ile büyümüştür. Kendinden gizlenen hiçbir şey olmadığı için, aldatılmışlık hissini hiç yaşamayacaktır ve hayatı kabusa dönüşmeyecektir.

Kendisine destek olan bir ailenin varlığı ile ayakları yere sağlam basan, özü ile bağı kopmamış özgür bir birey olacaktır.

Bir insanın özü ile bağı önemlidir.

( Bu konuya örnek olarak yakın zamanda haberlere yansıyan iki örneği hatırlayabiliriz.

Birincisi, evlatlık edinilen kişi  böbrek yetmezliği rahatsızlığına yakalanıyor. Kendisine yıllar sonra evlatlık olduğu söyleniyor ve tedavisi için gerçek ailesi aranıyor. Araştırmalar sonucunda babası bulunuyor ve çocuğuna böbreğini veriyor. Çocuk da sağlığına kavuşuyor.

Bir diğeri ise yetiştirme yurtlarında buyuyen bir kişi ile ilgiliydi. Bu kişi yıllar sonra ailesini aramaya başlıyor. Yaptığı araştırmalar ile annesinin çok çileli bir hayat yaşadığını, devletin yardımları ile çok zor şartlarda tek başına yaşadığını öğreniyor. Annesini buluyor ve onu yanına alarak hep birlikte yaşamaya başlıyorlar. Hem evladın anne özlemi bitiyor, hem de anne yaşadığı çileli ve yalnız hayattan kurtulup evladına ve torunlarına kavuşuyor. )

Şimdi bu gerçeklik ile düşünelim.

Amacınız “evlatlık alınan kişinin hakları ve mutluluğu” olsaydı, siz neyi seçerdiniz?

Çocuğu bir kurgu içinde büyüten gelenekçi bakış açısını mı?

Çocuğun  korunmasını amaçlayan İslam’ın bakış açısını mı?

Adaletli olan ve konuyu gerçekçi ele alan bakış açısı hangisi?

Efendimiz kendi evlatları olduğu halde, “daha iyi şartlarda yetişmesini istediği” için Zeyd’ i evlat edinmişti.

Zeyd, evlat edinildiğinde bebek değildi. Öz anne ve babasını biliyordu, hatta kendi ailesi ile görüşüyordu.

O dönemde evlatlıklar, gelenekçilerin bakış açısında olduğu gibi “öz oğul” olarak kabul ediliyordu.

Oysa, Zeyd’in bir “kimliği” vardı. Babası, annesi, kardeşleri, akrabaları, ataları, kökleri, ait olduğu ırkı, dili, kültürü vb. kısacası bir geçmişi vardı.

İşin ilginç tarafı ise, Zeyd ‘ in evlatlık olduğunun o toplumdaki herkes tarafından biliniyor olması.

Toplum buna rağmen ne yapıyor.

“Zeyd, Hz. Muhammed’in öz çocuğu değil” diyeni, yani doğru bilgiyi savunanı “ahlaksız” olarak tanımlarken;

“Zeyd, Hz Muhammed’in evladıdır” diyeni, yanlış bilgiyi savunanı ise “ahlaklı” olarak tanımlıyor.

Bu şuna benziyor.

2+2= 3 sonucunu doğru kabul eden birine, doğru cevap “4” diyorsunuz. Ama o, cevabı kendi doğrusu üzerinden değerlendirdiği için sizi “yanlış” olmakla suçluyor.

Gerçeğin yerini, kurgu alıyor.

Aklı devre dışı bırakarak “evlatlığı” o kişinin “öz evladı” olarak kabul ettiğimizde, o çocuğun ait olduğu bütün “kimliği” de yok sayarız.

Böyle bir görüşü savunmak; hem evlatlık edinilen çocuğa, hem de o kişinin öz ailesine yapılan haksızlık ve zulümdür.

Hakkı batılla karıştırıp da bile bile hakkı gizlemeyin.”Bakara 42

 

3. Ahzab suresi 37. ayetinde geçen “içinde saklıyordun” ifadesinin “aşk” iması olduğu iddiası.

“(Allah’ın nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin kimseye: ‘Eşini bırakma, Allah’tan sakın’ diyor, Allah’ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun. İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah’tan çekinmen daha uygundu. Sonunda Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik ki evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda müminlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin. Allah’ın buyruğu yerine gelecektir.” Ahzab suresi;37

Ateist ve deistler, ayette geçen “içinde saklı tuttuğu” ifadesinden efendimizin Zeynep’e aşık olduğu sonucunu çıkartmışlardır.

Onların kurgusu şu şekilde.

Güya efendimiz Zeynep validemize aşık oluyor ve toplum böyle bir evliliğe sıcak bakmadığı içinde kendi eliyle ayet yazarak bunu sağlamaya çalışıyor.

Oysa bu ayete göre böyle bir kurgu mümkün değil.

Şöyle ki…

Eğer dedikleri gibi olsaydı ayetin şöyle olması gerekirdi.

“Benim emrimdir, Zeynep ile evlen…”

Peygamber bu kitabı kendi yazıyor olsa, Toplumda tabu haline dönüşmüş bir konuyu, direkt olarak “Allah’ın emri bu, ben ne yapabilirim ki” diye topluma kolayca izah etme yolu varken,

Neden kendisini daha zor duruma sokacak “içinde saklamak” gibi bir ifadeyi ayette yazsın?

Toplum baskısından korkan kişi,

Kendisini toplum içinde daha zor duruma düşürecek bir durumun içine sokar mı kendini?

Ayette “içinde saklamak” gibi bir ifade ol-ma-saydı, ateistler böyle bir kurgu yapabilirler miydi? Hayır…

Mesela şöyle bir örnek düşünün.

Bir şirket ile problem yaşıyorsunuz diyelim… Müşteri temsilcisine probleminizi anlatıyorsunuz… Verilen cevap genelde şu. “şirketimizin kuralları böyle”

Size bu cevabı veren kişinin söylediği şu.

Kurallar böyle ve bunu belirleyen ben değilim. Bu kadar net.

Ama ayet nasıl?

Örneğimize uyarlarsak eğer…

“Böyle bir kural koymamızın, İnsanların duyunca hoşuna gitmeyeceğini düşündüğümüz, kamuoyu tarafından duyulmasını istemediğimiz, bu sebeple de içimizde saklı tuttuğumuz bir sebebi var. Onun için kural bu.”

Hiç kimse kendi yazdığı bir kitaba, kendini daha da zor duruma sokacak böyle bir ifadeyi yerleştirmez.

Ayrıca;

– İçinde saklı olan şeyin “aşk” olduğuna dair ayette bir ima bile yoktur.Uydurma rivayetlerle bir kurgu ortaya atılıp ayetteki ifadeye “aşk” anlamı verilmeye çalışılmıştır.

– İçinde saklı tuttuğu şeyi insanlardan saklı tutmaya çalıştığı hâlbuki Allah’tan çekinmesi gerektiği ayette vurgulanmıştır.

İçinde saklı tuttuğu aşksa, Allah’tan çekinmesi neden emredilmiştir?

– İnsanlardan aşık olduğunu saklamak için çekinmişse, kurguda neden Zeynep’i görünce öyle bir cümle kullanmıştır ki aşık olduğu o cümleyle ortaya çıkmış, Zeyd Zeynep’i bu sebeple boşamaya kalkmıştır. Saklamak bunun neresinde.

Sonuç;

Toplumların bir takım konularda aynı fikirde olmaları onların bu tercihlerinin, bütün insanlık adına kaliteli, ahlaklı, doğru olduğu anlamına gelmemektedir.

Toplum zulüm üzerine birleşip, ilginç gelenekler ortaya çıkartıp, bunları ahlak açısından sorunsuz görebilmektedir.

Yada tam tersine bir takım özgürlükleri kısıtlayıp, sıkboğaz edip ahlaksızlık etiketi vurabilmektedir. (Örneğin kast sitemi. Farklı kastlar aynı sofrada otururlarsa, “kirlenmiş” olurlar. )

Bir toplumda ahlaklı kabul edilen bir gelenek, başka bir toplumda ahlaksız kabul edilebilmektedir. O zaman hangi toplumun geleneği seçilip de o doğru kabul edilecektir. Bunu seçmek için kriterimiz ne olacaktır?

Bir yapıda bir yanlış olduğunu öne süren kişinin bunu ispatlayabilmesi gerekir. Bu durumda iddia sahibinin Kuran da hatalı olduğunu öne sürdüğü ayetle ilgili olarak, ayette hata bulduğunu değil , “ben bu ayeti beğenmedim” dediğini söyleyebiliriz. Bu noktada kişi zaten serbesttir. Hiç kimse ayetleri zorla kabul etmek durumunda değildir. Beğenmek zorunda değildir, uygulamak zorunda değildir. Kişisel tercihidir.

Ama delili olmadan, “ben beğenmediğim için hatalıdır” demek kimseye bir şeyin hatalı olduğunu ispatlamaz.

 

Yazılarım kategorisine gönderildi | , ile etiketlendi | Yorum yapın

Müslüman ülkede doğmayanlar cehenneme mi gidecek ?

 

Şöyle bir durum düşünün.

*Sigara içen ve akciğerlerinden hasta olan bir kişi doktora gider. Doktor, bu kişiye sigara içmemesi gerektiğini uzun uzun anlatır ve kendisine sigaranın zararlarının anlatıldığı bir kitap verir.

Bir süre hastanede oyalanan hastamız, eve giderken, kendisine sigaranın zararlarını anlatan doktorun bahçede sigara içtiğini görür…

Bu durumda hasta iki şekilde davranabilir…

  1. Doktorun sigara içmesini kendine örnek alabilir ve “Doktor içtiğine göre sigara anlattığı kadar da zararlı olamaz. Öyle olsa kendi de içmezdi. Sigara içmeye devam edeceğim.” diyebilir.

ya da;

2.  Sigaranın zararlarının anlatıldığı “kitabı” okur, kötü alışkanlığından vazgeçer.

Soru şu?

“Akıl” hangi seçimi gerektirir?

A -Doktorun davranışlarını referans kabul etmeyi mi?

B –Kitaptaki bilgileri referans kabul etmeyi mi?

Cevaplarınız önemli…

Çünkü bu örnek her ne kadar konuyla alakasız gibi görünse de, aslında konuyu açıklıyor.

Şöyle ki;

Sürekli şöyle bir soru soruluyor…

Müslüman’a bakıyorum, yalan söylüyor, kul hakkı yiyor. Bir de Müslüman ol-ma-yan birine bakıyorum. Adam dürüst, sözünün eri, herkesin hakkına riayet ediyor. Bu kişi sırf Müslüman diye cennete gidecek ama diğeri cehenneme. Ben böyle bir yargılamaya inanmıyor, İslam’ı reddediyorum.

Hatta şöyle bitirir.

Ben sadece – aklıma- inanırım. Esas olan kalp temizliğidir.”

Dikkat ederseniz, kişi bu sonuca  ulaşırken, kendisine delil olarak “davranışları” almıştır…

Kıyaslamayı yaparken de, nedense Müslümanı yalan söyleyen bir kişi olarak belirlemiş, Müslüman olmayan kişiyi de hiç yalan söylemeyen kişi olarak belirlemiştir…

Oysa önermeyi, tam tersi şekilde de kurabilirdi…

Bir önyargı ile oluşturulan bu değerlendirme mantıklı olmadığı  gibi, gerçeği de yansıtmıyor.

Bu durum, sigara içmek isteyen hastanın, bütün doktorların sigara içtiğine kendini inandırması gibi…

Oysa yapması gereken , “kitapta yazan bilgilere” bakmak olmalıydı…

Çünkü  bu kişinin hassas olduğu asıl nokta , “Yalan konusu” dur.

Kişi eğer İslamı “yalan” konusu üzerinden değerlendirerek kabul veya reddedecek ise,

Yapması gereken ,   “İslam, yalan söylemeye izin veriyor mu” sorusunun cevabını araştırmak olmalıdır…

Cevabı Kur’an-ı Kerim’de aramalıdır.

2.

Şöyle bir örnek üzerinden ilerleyelim…

Bir sınıfta 2*2= nedir? sorusu soruluyor… Bu soruya bir öğrenci “3” cevabını veriyor ve öğretmene diyor ki;

“Sınıfta bu soruya 1 cevabını veren de var, 2 cevabını veren de … Ben ise 3 dedim. Doğruya yakın cevap verdiğim için benim cevabım doğru sayılmalı” …

Doğruya yakın cevap verdiğini düşünenler…

Tıpkı şu kişiler gibi…

Ben namaz kıl-mı-yorum ama namaz kılanlar gibi gıybet de yapmıyorum. O cennete girecekse, ben hayli girerim.

Ben oruç tut-mu-yorum ama şu kadar fakiri doyuruyorum. Müslümanlar gibi iftar saati midemi tıka basa da doldurmuyorum. Ben onlardan daha fazla sevap kazanıyorum.

Ben içki içiyorum ama bilincimi kaybetmiyor, etrafıma zarar vermiyorum. Bazı Müslümanlar gibi karımı dövmüyorum.

Ben milli piyango bileti alıyorum çünkü bunun kumar olduğuna inanmıyorum. Piyango kumar olsaydı ilk başta İslami hassasiyetleri olan devlet buna izin vermezdi. Hem ben çıkan paranın yarısını da ihtiyaç sahipleri ile paylaşacağım zaten.

Bunların hepsi “sınıfta 1 ve 2 diyenler de var… ben ise 3 dedim. Beni doğru kabul edin” diyenler…

Oysa sınıfta 4 cevabını yani doğru cevabı verenlerde var…

Ve en önemlisi kitapta 2*2= 4 olduğu yazılı…

Bunun anlamı ise, bu cevabın dışındakiler “yanlış” demektir.

Yanlış, yanlış ile kıyaslanamaz.

Ve en önemlisi “Yanlışların içinde cevabı arayanlar “doğruyu” bulamazlar…

Bu durumda “beni doğru kabul edin” ısrarı niye ?

Gerçek şu ki, günümüzde seküler hayat insanlara gösterişli sunuldukça, “Allah’ın koyduğu sınırlara” göre yaşa-ma-yan Müslümanlar, bu yaşantılarını normalleştirmek adına kendilerince “Müslüman” tanımı oluşturdular…

Öyle ki;

Müslümanlığı ; sadece Allah’a ve peygamberlere inanmaya indirgediler…

Namaz kılmıyor, oruç tutmuyor ve bunu kendilerine hiç problem etmiyorlar.

Zinayı zina olarak görmüyor.

Faizi haram olarak görmüyor.

İçki içiyor.

Kendi yakını olan kişiler hata yaparsa, onun hatasını meşrulaştırmaya çalışıyor. Adaletli davranmıyor.

Bahçesinde , başkalarına sattığı (ilaçla büyütülmüş) domatesi ayrı yere, kendi yiyeceği (ilaçsız) domatesi ayrı yere ekiyor. Dürüst davranmıyor.

Milli piyango kuyruklarına giriyor vs…

Sonra da rahatça uyuyor.

Çünkü “iman ettim” demesinin kendisini kurtaracağını sanıyor… Çünkü televizyonda bunu söyleyen hocalar var…

Kendinden o kadar eminki, ömründe bir kere kapağını kaldırıp bak-ma-mış, “acaba Kur’an Müslümanı nasıl tanımlıyor, Allah bana ne emrediyor” diye…

Oysa okusa çok ama çok şaşıracak…

Müslüman’ım demenin, “Senin emir ve yasaklarını kabul ettim, hayatımı buna göre yaşayacağım Rabbim” demek olduğunu öğrenecek..

Ayetlerde günah olarak belirtilen bir husus konusunda , “ben şunun günah olduğunu düşünmüyorum” demenin ,

Aslında onun hakem, adl, hakim,muksit sıfatlarını inkâr etmek demek olduğunu, bunun Allah’ı inkâr manasına geldiğini görecek…

Tanrıyı bir deist gibi tanımlayıp, hayatı bir deist gibi yaşayıp , Müslüman ölüneceği nerede yazıyor …

Bu, Allah’ın indirdiğini beğenmemeleri, bu sebeple de Allah’ın onların amellerini boşa çıkarmasındandır. Muhammed suresi 9;

“Öyle, çünkü onlar Allah’ın hışmına sebep olan şeylerin ardına düştüler de onun hoşnutluğunu istemediler. O da onların bütün amellerini boşa çıkarmıştır.” Muhammed suresi; 28

İman ettim demekle, Müslüman olmuyoruz.

“İnsanlar, “İnandık”demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler.” Ankebut; 2

Kur’an-ı kerimde “EY İMAN EDENLER” diye başlayan ayetler vardır…

Allah’a , peygamberlerine, ahirete iman etmiş (kelime-i şehadet getirmiş ) kişilere hitap eder yaratan…

Sadece “iman ettim” demek yeterli olsaydı, bu hitaptan sonra gelen cümlenin “cennet müjdesi” olması gerekirdi…

Bakalım nasıl …

İman edenlere müjde mi veriliyor, yoksa “uyarılar” da bulunup “eğer imanınızda samimi iseniz bu uyarılara uyun mu “ deniliyor…

Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve (Kur’an’ı) dinlediğiniz hâlde ondan yüz çevirmeyin. Enfal 20

Ey iman edenler, rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin ve hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz. Hac suresi 77

Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız. Enfal 24

Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa, öylece sakının ve siz ancak Müslümanlar olarak ölün. Ali İmran 102

Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım dileyin. Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir. Bakara 153

Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Bakara 183

Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve yerden sizin için çıkardıklarımızdan Allah yolunda harcayın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki Allah, her bakımdan zengindir, övülmeye lâyıktır. Bakara 267

Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı hâlde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan ve maruz kaldığı şiddetli yağmurun kendisini çıplak bıraktığı bir kayanın durumu gibidir. Onlar kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez. Bakara 264

Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki, Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse, muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır. Ahzab ;70-71

Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz. Al-i İmran 130

Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Maide 90

Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. Maide 8

Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. Nisa 135

Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslâm’a) girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır. Bakara 208

Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun. Tevbe 119

Ey iman edenler! Eğer siz ancak Allah’a kulluk ediyorsanız, size verdiğimiz rızıkların iyi ve temizlerinden yiyin ve Allah’a şükredin. Bakara 172

Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir. Hucurat;12

Allahın, en iyi hüküm veren olduğuna iman edip, onun ilmine teslim olduğumuzda ve onun yolunda yaşama gayreti gösterdiğimizde iman etmiş oluyoruz…

Bu nedenle;

“Bazı Müslümanlara bakıyorum, namaz kılıyor ama yalan söylüyor, kul hakkı yiyor.. ben namaz kılmıyorum ama onlar gibi değilim diyen kişi;

Bahsettiği kişinin cennete gittiğini nereden biliyor ?

Kur’an ı Kerim’de bu özellikteki kişiler  -cennetle mi müjdelenmiş- , yoksa  -yazıklar olsun  onlara mı- denilmiş…

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, Onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar (namazlarıyla) gösteriş yaparlar. Hayra da mâni olurlar.” Maun suresi ; 4-7

 

Sonuç olarak;

İman eden kişi; hem Allah’ın emrettiği ibadetleri yapması gereken, hem de salih amel işlemesi gereken kişidir…

İman edip salih ameller işleyenler, işte öyleleri de cennet ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar. Bakara 82.

Şüphesiz iman edip salih ameller işleyen, namazı dosdoğru kılan ve zekâtı verenlerin mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.

İman edip salih ameller işleyenlere gelince, Allah onların mükâfatlarını tastamam verecektir. Allah, zalimleri sevmez.”

İman ve salih amel, bir bütündür. ..Biri olmadan diğeri olmaz…

Başkalarının nasıl davrandığı bizim konumuz değildir… Çünkü biz yargılama merci değiliz…

Bu Allah ile kul arasındadır.

“Başkası şöyle yapıyor” diyerek, kendi hatalarımızı da meşrulaştıramayız…

Kur’an- Kerim’de 2*2=4 ise, biz hayatımızı bu kurala göre inşa etmekle yükümlüyüz…

Hatalarımızı bilip kendimizi düzeltmeye çalışmalıyız.

Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir.” Maide 105

“Hatamı doğru kabul edin” de ısrar etmek, hata yaptığını kabullenmemek, kibirdir..

Cehenneme gidecek olan “KİBİR”dir.

Ona “Allah’tan kork”denildiği zaman, gururu onu daha da günaha sürükler. Artık böylesinin hakkından cehennem gelir. O ne kötü yataktır! “ Bakara 206

Kendilerini temize çıkaranları görmedin mi? Hayır! Allah, dilediğini temize çıkarır ve kendilerine kıl kadar zulmedilmez. Nisa suresi 49

Cehenneme gidecek olan GERÇEĞİ İNKARDIR.

“Allah’a karşı yalan söyleyen ve doğru kendisine geldiği zaman onu yalan sayandan daha zalim (daha haksız) kim olabilir? Kâfirlerin yeri cehennemde değil midir? “39:32 –

Cehenneme gidecek ÖNYARGIDIR.

Onlara,“Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki, ama ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)? Bakara 170

 

3. Bu konuda çok sorulan bir diğer soru.

x kişisi , İnsanlık adına şu buluşa imza atmış ama Müslüman olmadığı için cehenneme gidecek. Kul hakkı yiyen Müslüman ise cennete gidecek. Ben böyle bir ahiret inancına inanmadığım için İslam’ı reddediyorum” (Bu konuda detaylı çalışma için bakınız )

Bir de şu soru var tabii…

Afrika’da ilkel kabilede doğan adam hiçbir şey bilmediği için cehenneme gidecek, ama Müslüman ülkede doğan cennete gidecek. Biz şanslıyız, o şanssız. Ben bu sebeple İslam’ı reddediyorum”…

Bu iki soru aslında birbiri ile çelişir.

Einstein der ki;

Aslında herkes dahidir. Ama siz kalkıp bir balığı, ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirir.

Öncelikle;

“X” buluşunu yapan kişinin cehenneme gittiğini nereden biliyorsun ? Mutlak bir bilgiye sahip gibi, nasıl bu kadar emin konuşuyorsun ? (Edison örneği için bakınız. )

“Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene, Allah’a derinden saygı duyarak inanırlar. Allah’ın âyetlerini az bir değere satmazlar. Onlar var ya, işte onların, Rableri katında mükâfatları vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.” Al-i İmran 199

Kafir, “gerçeği örten” demektir…

Bir kişinin kâfir olabilmesi için, “bilginin” ona ulaşması ve onun bu bilgiyi reddetmesi gerekir…

“Biz hiçbir memleketi uyarıcıları olmadıkça helak etmedik. (Şuarâ Suresi), 208. Ayet

“Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz.” (İsrâ Sûresi, 17/15

Eğer Afrika’daki adama, dini bilgi ulaş-ma-mışsa cehennemlik de değildir…

Peki, böyle bir ihtimal var mıdır ? Afrika’daki adama bilginin ulaşmamış olması mümkün müdür ?

“Her ümmetin bir peygamberi vardır. Onların peygamberi geldiği (tebliğini yaptığı) zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez. (Yûnus Suresi), 47. Ayet

(O gün Allah, şöyle diyecektir:) “Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu gününüzün gelip çatacağı hakkında sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” Onlar şöyle diyecekler: “Biz kendi aleyhimize şahitlik ederiz.” Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler. En’am suresi 130

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder.” Kıyame 36

İnsanoğlu, sebepsiz yaratılmamıştır…

İnsan, “Kulluk” gayesi ile yaratıldığı için, buna ulaşabilecek donanım (akıl ve fıtrat) ile yaratılmıştır…

Bizim Afrika’daki kişilere bakıp, onların hiçbir şey bilmediğini düşünmemiz bir “zan” dan ibarettir…

Bu durumda şunu sormamız gerekir…

Zan , gerçeği ne kadar yansıtır ?

Kime ne kadar bilgi ulaştığını dışarıdan bakarak anlayabilir miyiz ?

Kur’an-ı Kerim’de konumuzu açıklayan çok güzel örnekler vardır…

Musa as sadece 40 gün inzivaya çekilir ve geri döndüğünde İsrailoğullarını buzağıya taparken bulur…

O dönemde onlara dışarıdan bakan biri, buzağıya tapan bu kavmin halini görüp, onlara hiçbir peygamberin ulaşmadığı zannına kapılabilirdi.

Oysa bu kavme iki peygamber gönderilmişti ve en mühimi Harun as içlerinde olmasına rağmen, onlar buzağıya tapmayı seçmişlerdi.

Lut as’ın kavmini düşünelim… O dönemde onların hayatına dışarıdan bakan biri de, o topluma uyarıcı ulaşmadığını düşünebilir.

Oysa Lut as kavmine gerçekleri anlatmasına rağmen onlar (Lut as ‘ın eşi de dahil olmak üzere) inkarı seçmişlerdir. Peygamber içlerinde yaşarken onlar inkarı seçmişlerdir.

Sadece dini konularda değil, ilkel kabilelerin birçok konuda bilgisiz olduğunu düşünüyoruz.

Mesela dışarıdan bakıp, onların sağlık konusunda hiçbir bilgiye sahip olmadıklarını düşünebiliriz…

mesela size sorsam.…

Her gün dişlerini fırçalayan modern bir insanın ağzındaki bakteri sayısı ile ilkel kabilede yaşayan bir insanın ağzındaki bakteri karşılaştırılsa, sizce sonuçlar nasıl olur ?

İzlediğim bir belgeselde ilkel kabiledekilerin ağızlarındaki bakteri sayısı, modern insanınkinden çok daha az çıkmıştı…

Sonuçlar bilim adamlarını şaşırtmıştı…

Aborjinlerin, Kızılderililerin bitkilerle ilaçlar yaptıklarını biliyoruz.

Günümüz insanın buna benzer öyle yanılgıları var ki…

Mesela belgesellerdeki  ilkel bir kabileyi izleyen kişi, onların vücutlarına zarar verecek şekilde taktığı takıları veya kendilerini boyamalarını “onların bilgisizliği, cahilliği” olarak yorumluyor…

Ama yine aynı kişi, modern ülkelerde yaşayan kişilerin “ dövme , piercing, dağlama ” gibi yöntemlerle vücutlarını başkalaştırmalarını “kişisel tercih” olarak yorumluyor…

Oysa iki davranış da aynı…

İnsan hep aynı..

Ya da ;

Pasifik Adaları’nın Pentecost Adası’nda yaşayan kabilenin, iyi hasat alabilmek için yaptığı kara atlayışlarını “onların bilgisizliği” olarak yorumlanıp;

Aynı davranışın adı “bungee jumping” olduğunda bunun “tehlikeli bir spor” olarak yorumlanması…

İlkel insanın, bazı şeyleri “akıl edemediği” sanılıyor…

Oysa kara atlayışı yapan kabile insanları da , bu atlayışların tehlikeli olduğunun bilincinde… Ölümleri ve yaralanmaları tecrübe etmişler…

Ancak hem kendi tecrübeleri, hem de onları ziyaret eden modern insanların uyarılarına rağmen, kabile insanlarının çoğu kara atlayışı yapmaktan vazgeçmiyor…

Kendilerini uyaranlar olmasına rağmen buna devam ediyorlar…

Çünkü her ne kadar bu atlayışları Tanrı adına yaptıklarını söyleseler de, aslında bu atlayış, kabilenin diğer üyelerine, kendilerinin ne kadar korkusuz ve cesaretli olduğunu göstermenin bir yolu…

Kısacası bilgileri ve akılları ile değil, nefsi arzuları ile hareket ettikleri için akıllarını kullanmıyorlar…

Modern insanda da aynı hastalık var…

“Eğer senin bu dâvetini kabul etmezlerse, bil ki onlar sadece heva ve heveslerine uymaktadırlar. Hâlbuki Allah tarafından bir delil olmaksızın kendi heva ve hevesine tâbi olandan daha şaşkın ve sapkın kimse olabilir mi? Allah, zulmü kendine meslek edinen kimseleri hidâyet etmez, emellerine ulaştırmaz. Kasas suresi;50

“Allah onlara zulmetmedi. Fakat kendileri, kendilerine zulmediyorlar.” Al-i İmran ;117

İlkel kabilelerin hiçbir şey bilmediğini düşünmek sadece bir zandan ibaret…

Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar.” En’am suresi 116

Bundan dolayı,

İlkel kabilelerin yaptıklarına bakıp, onlara hiçbir uyarıcının gelmediğini düşünmek yanılgıdır.

  • Bir diğer önemli nokta ise;

Müslüman bir ülkede yaşıyoruz ve hepimiz şunun farkındayız…

Evinde Kur’an-ı Kerim bulunmasına rağmen, ömrü boyunca hiç “Kur’an-ı Kerimi okumamış” insanlar var …

Düşünebiliyor musunuz ?

Kur’an-ı Kerim ona bu kadar yakınken, kişi merak edip oku-ma-mış…ve buna rağmen, kendisini Müslüman bir ülkede doğduğu için şanslı sanıyor

Afrika’da İlkel kabilede dünyaya gelen kişiye de şanssız…

Onun Kur’an-ı Kerime ulaşa-ma-masını sorguluyor, oysa Kur’an-ı kerime kendisi de ulaşabilmiş değil…

Demek ki “Kur’an- kerim’in bir kişiye ulaşmasının” kişinin nerede doğduğu ile bir ilgisi yok.

Kişinin “Arayış içinde olması ve aklını kullanması ile ilgisi vardır”.

İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur’an’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi?  Fussilet, 53

Arayış içinde olan, ilkel bir kabilede de yaşıyor olsa, dağ başında da yaşıyor olsa, mutlaka Allah bir vesile ile ona yol gösterecektir…

Karşımızda iki seçenek  var…

Müslüman ülkede doğmayanlar hiç birşey bilmiyor “zannı” ile hareket edip, islamı reddedebilir, onları da kendi hallerinde bırakır, tembel tembel otururuz…

ya da;

Peygamber efendimiz döneminde ashabın, İslamı yayabilmek için ellerinden geleni yaptıkları ve dünyanın birçok noktasına ulaşabilmesi gibi, bizler de iyiliği yaymak ve kötülüğe engel olmak için çalışırız…

Dediğim gibi, arayış içinde olan aradığı şeye biz olmasak ta mutlaka ulaşacaktır da…

asıl soru şu….

– Biz “bu işe vesile ” olanlardan mı, yoksa,

– “İzleyici” olanlardan mı olacağız…

Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. Tevbe suresi ;71

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazılarım kategorisine gönderildi | , , , , ile etiketlendi | 3 Yorum

Dünyada neden kötülük var ?

 

“Dünyada neden kötülük var” sorusu genelde şu cümle ile devam eder…

Keşke herkes iyi insan olarak yaratılsaydı.

Peki, biz iyi niyetli görünen bu dileğin gerçekte ne anlama geldiğini hiç düşündük mü?

Öncelikle herkesin iyi insan olarak yaratılması ;  “insanların iyiye  programlanmış” olarak  yaratılmasını gerektirir…

Bu durumda şu sonuçlar ortaya çıkacaktır…

Birincisi:

Ne yapacağı, nasıl davranacağı programlanmış bir insanın,  “akıl sahibi”  yaratılmasına gerek   kalmayacaktır… Çünkü aklını kullanmasını gerektirecek bir durum  olmayacaktır.

İkincisi:

Ne seçeceği programlandığına göre “seçeneklerin” yaratılmasına gerek kalmayacaktır…

Üçüncüsü:

Seçme hakkı olmayan programlanmış insan, artık  “özgür” de olmayacaktır…

Özgür değiliz, aklımız yok, seçim yapma şansımız yok…

Bunun nasıl bir şey olduğunu anlayabilmek için bir örnek üzerinden ilerleyelim.

Kemal Sunal’ın Fatma Girik ile oynadığı “Japon İşi” adlı filmi hatırlarsınız.

Filmde bir erkek, umutsuzca bir kadını sevmektedir. Onun bu halini gören ve üzülen Japon arkadaşı, ona  Japonya’dan sevdiği kıza tıpatıp benzeyen bir robot gönderir. Robot, kendisine verilen her emri yerine getirecektir…

Bir düşünelim…

Bizi sevmeye programlı, her dediğimizi yapan bir robot, bize “seni seviyorum” dediğinde bu bize anlamlı gelir miydi?

Buna sevgi diyebilir miyiz?

Ya da elimizde bir oyuncak var… Oyuncağın özelliği ise biz ne söylersek, onu bize tekrar etmesi…

Bu oyuncağı “akıllı” olarak tanımlayabilir miyiz?

Oyuncağa “gülümse” emrini verdiğimizde ve o gülümsediğinde, onun “mutlu bir oyuncak” olduğunu söyleyebilir miyiz?

Elbette ki bütün bunların hiçbirini söyleyemeyiz…

Tıpkı;

“Hata yap-ma-maya programlanmış bilgisayar yapılabilir, ama bu onu asla “dürüst” bir bilgisayar yapmaz.” örneğinde olduğu gibi…

Demek ki  “aşk, sevgi, mutluluk, dürüstlük, iyi insan ” gibi tanımlamaları yapabilmemiz için üç şeye ihtiyacımız var…

Akıl

Özgür irade

-Seçim yapabileceğimiz İhtimaller… (iyi- Kötü)

Tam da bu noktada Rum suresinin 21. Ayetini hatırlamamız lazım…

“Yine O’nun âyetlerindendir ki, sizin için nefislerinizden kendilerine ısınırsınız diye eşler yaratmış, aranıza bir sevgi ve merhamet koymuştur. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.”

İnsana verilen “sevgi ve merhamet” duygusunun ancak “akıl sahibi ” kişiler için anlamlı olacağını Kur’an- ı Kerim bildirmiş…

Müthiş bir şey…

Ateist ve deistler,

Mademki bilimin ve aklın önemine bu kadar inanıyorsunuz, o zaman “akla ne gerek var ki” sorusu ile eşdeğer olan “dünyada neden kötülük var?” sorusunu niçin soruyorsunuz?

Bu soruya sizin verdiğiniz cevap;  “Allah’ı” inkârı değil,  “AKLI ” inkârı gerektirir…

 

  1. Bir başka örnek üzerinden konumuzu irdelemeye devam edelim…

“Yapay Zekâ” filminin de ilginç bir konusu vardır…

11 yaşında, kendi halinde bir çocuk olan David’in diğerlerinin farklı olmasının bir nedeni vardır. Tıpkı bir insan gibi davrandığı ve kendi de insan olduğuna inandığı için aslında yapay zekaya sahip bir robot olduğu kolayca anlaşılmamaktadır.

David, çocuğu olmayan ailelere, canlı ve ciddi bir oyuncak olarak verilen bir araçtan başka hiçbir şey değildir. Bunun farkına varmasıyla birlikte, gerçekliğine kavuşmak isteyecek ve bunun için tehlikelerle dolu bir yolculuğa çıkacaktırbeyazperde.com 

Sadece sevmeye programlanmış, çocuğu olmayan ailelere oyuncak olarak verilen bir robot.

Bir oyuncak ve bir eğlence aracı

Şimdi Hadid suresi 20. Ayeti hatırlayalım…

Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. ” 

Ayette verilenleri numaralandırırsak Dünya hayatı şu beş şeyden ibarettir…

  1. Oyun
  2. Eğlence
  3. Süs
  4. İnsanlar arasında övünme
  5. Malları ve çocukları çoğaltma yarışı…

Şimdi Yapay Zeka  filmindeki  robotun insanlar tarafından programlanma sebebini tekrardan  hatırlayalım.

  1. Oyun
  2. Eğlence
  3. Süs
  4. İnsanlar arasında övünme
  5. Mallar ve çocuklar çoğaltma yarışı…

İnsanın yaratılma amacı  dünya hayatının bu beş özelliğine hizmet etmek olsaydı,   “akıl” sahibi yaratılmasına gerek yoktu ki…

Allah, insanı bir ARAÇ (bir eğlence aracı ve bir oyuncak olması) için değil, AMAÇ için yaratmıştır…

Biz; yeri, göğü ve ikisinin arasındaki şeyleri, oyun (eğlence) olsun diye yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık öyle yapardık.” Enbiya 16,17

Dünya hayatına kulluk için değil, Allah’a kul olmak için yaratıldık…

İnsan bir karar vermeli…

Ya hayatı Allaha kul olma değeri üzerine inşa edip, Namaz, oruç, zekat, salih amel ile kul olmaya gayret gösterecek…

Ya da bu dünyayı tek gerçeklik olarak kabul edip, hayatın anlamını,  aynada nasıl göründüğünde, ne kadar para kazandığında, insanların ona verdiği değerde  arayacak…

“ İnsanlardan kimi de Allah’tan başka şeyleri O’na eş tutuyorlar da onları, Allah’ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. “ Bakara 165

 

  1. Kur’an-ı Kerimde bir başka çarpıcı detay daha var…

Dikkat ettiniz mi bilmiyorum…

İnsanlar, cennete veya cehenneme girerken hafızaları sıfırlanmıyor

Cennete gidecek olanlar  iyiye programlanmış insanlar değil, özgür iradesi ile seçimini hakikatten yana kullanmış , “iyi” olarak tanımlanmayı hak eden insanlar…

Bu çok önemli bir nokta…

Mesela;

Suç işlemediği halde 40 yıl hapishanede yanlışlıkla yatmış ve hapisten çıktıktan bir sene sonra ölmüş bir adamı düşünelim…

Ateist ve deistler için yaşam sadece bu dünyadan ibarettir. Ölümden sonrası yoktur.

Onların bakış açısına göre haksız yere 40 yıl yatan ve  1 yıl sonra ölen bu adamın hayatı sadece bu dünyadan ibaretti, öldü, bitti…

Bu insan hapishanede her gün kin ve öfke biriktirdi… Tek bir hayat hakkı vardı… Onu da birileri haksızca elinden aldı…

40 yılda kaybettiklerini tazmin edemeden de öldü…

Ateist ve deistler bu adamın haklarını alamadan ölmesine çare üretemezler…

İnsan ahireti yok saydığında, dünyada yaşadığı acıya çare üretemez.

Çare üretemedikçe de, kendine zulmeder…

“Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmiş olan kavmin durumu ne kötüdür! “ Araf suresi;177

Müslümanın kaybetme şansı yoktur.

Onlar orada şöyle derler: “Hamd olsun Allah’a, bizden o üzüntüyü giderdi. Gerçekten Rabbimiz çok bağışlayıcı ve şükrün karşılığını vericidir.” Fatır suresi; 34

 

  1. İyilik nedir, kötülük nedir?

İnsanoğlu geçmişte kötülük olarak nitelendirdiği ve “Bu başıma neden geldi?” diye isyan ettiği bir olaya, yıllar sonra “iyi ki yaşamışım” diyebiliyor…

Yaşadıklarımızın iyi ya da kötü olduğunu bilmiyoruz.

Dolayısıyla iyilik nedir, kötülük nedir bunun tanımını biz yapamayız…

“Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz. Bakara 216”

Mesela zenginlik

Kimi zenginliğini fakirlerle paylaşır, harama bulaşmadan Allah yolunda harcar ve bu kişi zenginliği kendisi için bir hayra dönüştürür…

Kimi de zenginliğini dünyevi zevkler  uğrunda sınırsızca harcar, bununla böbürlenir, kibirlenir ve  zenginliği kendisi  için zulme dönüştürür…

İşte bu, ellerinizle yaptığınız yüzündendir, yoksa Allah kullara zulmedici değildir. Enfal suresi, 51

Allah, her şeyi bir hikmet ile yaratandır.

Müslüman; Allaha güvenen ve onun ilmine teslim olandır…

[Ey insanlar! Şunu kesin olarak biliniz ki, Allah’tan başka asla herhangi bir ilah ve yaratıcı kesinlikle yoktur!..Mü’min ya da kafir insanlara veya toplumlara isabet eden hayır ya da şer her bir şey mutlaka Allah’ın izni/ iradesi dahilindemutlaka bir hikmete veya bir maslahata binaen isabet eder!.. Evet], Allah’ın izni/ iradesi/ takdiri olmadıkça, hiçbir bela ve musibet gelip [insana veya topluma] asla isabet etmez!.. Evet, [şunu biliniz ki], her kim [gerçek anlamda] Allah’a iman ederse, Allah onun kalbine/ aklına hidayet/ (doğru düşünce/ doğru bilgi, ruh genişliği, sabır, sebat, azim, gayret, huzur ve büyük bir esenlik duygusu) verir!..

[Böylece o, kendisine isabet eden hayır ya da şer her bir şeyin mutlaka bir hikmete veya bir maslahata binaen kendisine isabet ettiğini fark eder; şayet varsa kusurlarını telafi etmeye çalışır, iyiliklerini artırmak ister ve bunun için mücadele eder!..] Evet, [şunu biliniz ki], Allah, her daim her şeyi hakkıyla bilmekte olandır!.. Tegabun suresi,11

Sözün özü;

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber! ) Sabredenleri müjdele !

 O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz, derler.

İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır.”  Bakara suresi 155 -157

 

 

 

 

 

 

 

 

ATEİSTLERİN İDDİALARINA CEVAPLAR..., Yazılarım kategorisine gönderildi | , ile etiketlendi | 1 Yorum

Sümer efsanesi THE END.

 

  1. “Kur’an’ ın kökeni Sümerlerdir” diyenler aynı zamanda İslamın “Hint dinlerine” benzerliğine de dem vururlar.

Mesela “Budist namazı” diyerek buna benzer videoları yayınlıyorlar…

http://www.youtube.com/watch?v=wipq7vp-2Jg

Hindu namazı diyerek;

http://www.youtube.com/watch?v=rxBIPlYRojw

“Budist tavafı” diyerek de bunları paylaşıyorlar…

http://www.youtube.com/watch?v=WlrKLvE3tuU

Hint Mitolojilerinde de “tufan” var, derler…

Brahma ismi ile “Abraham (A-Braham; İbrahim) veya Rahman ( B-rahman) isimlerinin benzerliği gibi birçok bilgiyi paylaşıyorlar…

Oysa “İslam ile Hint dinleri arasında bağ kurmak ” kendi iddialarını çürütmek demek.

Çünkü İslam ile Hint dinleri arasında bağ olduğunu iddia ettiğinizde şunu da demeniz gerekmektedir.

“Brahmanizm’in kökeni Sümerlerdir.”

Peki, bunu diyebilir misiniz ?

Muazzez İlmiye Çığ gibi ilahi dinlerin Sümer mitolojilerinden oluştuğuna inanan Gönül Tekin, katıldığı bir tv programında konu Sümerlerde “ineğin “ kutsallaştırılmasına geldiğinde kendisine sorulan Brahmanizm ile ilgili soruya şu cevabı vermiştir. (bu linkte 48.40 -51.00 dakikalar arası.)

“Brahman dini de buradan mı (Sümerler) türüyor?

  • Orasını bir Hindolog söylese daha iyi olur. “

Bütün dinlerin kökeni Sümerler ise, o zaman bu soruya hiç tereddüt etmeden “evet” denilmesi gerekirdi. Neden bir Hindologun söylemesine ihtiyaç duyuluyor?

Çünkü bu konuda iki sorun var?

a-Sümerlerin kökeni?

b-Hint “dinlerinin” kökeni?

 

a.     Nasıl ki Urfa- Göbeklitepe’de çıkan sonuçlar karşımıza sanılanın aksine bir sonuç ortaya çıkardı ise, İndus vadisinde ortaya çıkan Mohenjo-daro ve Harrappa kalıntıları da Sind medeniyeti ile ilgili bilgilerin hiç de sandığımız gibi olmadığını ortaya çıkardı…

Öncelikle Gönül Tekin’in ısrarla birkaç yerde vurguladığı : “Zaten MÖ 1000 önce yazıları yok (örneğin dakika 50:00 ve 3:26:47)” dediği İndus vadisi uygarlığının MÖ. 2800 de yazıları vardı. ( Bakınız… indus’ta bulunan 5000 yıl öncesine ait kültür merkezi ve mezopotamya, Ebru Terzioğlu, arkeolog )

Bu bölgedeki tabletler, Sümer yazıtlarından öncesine tarihlendiriliyor… (bakınız. )

Zaten en eski kutsal kitap kabul edilen ve Hinduizm’in kökeni olan vedaların (ilki Rigveda) tarihi dahi MÖ 1300 lere dayanır. (Antik Hindistan belgeseli),  dakika 10:00 -11:00 arası )

“Sind Medeniyeti takriben M.Ö. 3500 tarihine mal edilir. M. Barlas, İndus Kült Eşyaları, lisans tezi, 1940. ”

İndus vadisinde çıkan bulgular öyle şaşırtıcı oldu ki, bu sefer de şu soru gündeme geldi…

Sümerleri, Hintliler mi kurdu? ”

Şaşırtıcı değil mi?

Medeniyetin başlangıcı Sümerler sanılıyordu oysa…

Bu konuda Muazzez İlmiye Çığ’ın da hocası olan Ord. Prof. Dr. BENNO LANDSBERGER açıklamasına bakalım…

“Sümerlerin menşei (kökeni) meselesine gelince, Pencap ve İndus vadilerindeki eski kültür tanındıktan sonra bu mesele, yeni bir renk alır. Bu kültürün kapladığı saha Sümer kültürünün kapladığı sahadan on defa daha büyüktür.

Bu sahanın pek mütecanis olan kültürü, medenî müktesebat cihetinden hiç aşağı kalmadığı gibi meselâ şehirlerin yapısı bakımından ve diğer bazı noktalardan da Sümer kültüründen üstündür.

Belki Sümerlerin Meluhha ismini verdikleri ülke İndus topraklarıdır. Birbiri ile sıkı yakınlığı olan Fırat ve İndus kültürünün aynı menşeden mi geldikleri veyahut bu kültür mümessillerinin aynı menşeden mi oldukları, Sümerler ile Meluhhalılar arasında bir ırk yakınlığı olup olmadığı, Sümerlerin İndus vadisinden mi buralara geldiği suallerine, ilmin bugünkü durumu ile ne evet ne de hayır ile cevap verilebilir.

Bilhassa her iki yazı sisteminin tamamıyla başka başka oluşu, bir de ev yapısı, alet şekilleri ve plâstik, sanatın tamamıyla başka oluşları bu suale müspet bir cevap vermemize mânidir.

İndus vadisinin plastiği serbest şekil verme hususunda Yunan plastiğini hatırlatır. Hâlbuki bu vaziyet Sümerlerin kalıplaşmış nizam fikirleri altında meydana gelen plastikleriyle tamamıyla zıt bir hal gösterir.

Diğer taraftan ise İndus vadisinde Sümerlerin zengin fantezi mahsullerine, çeşitli şekiller bulma kabiliyetine rast gelinmiyor. Binaenaleyh, şayet Meluhha’hlarla Sümerler arasında ırk bakımından bir menşe birliği mevcutsa müstesna ve yaratıcı bir dehâya malik olan bu ırk ayrı ayrı yerlerde değişik inkişaflar göstermiş demektir. , MEZOPOTAMYA’DA MEDENİYETİN DOĞUŞU, çeviren Mebrure O. Tosun Sümeroloji İlmi Yardımcısı

Sonuç olarak; Sümerlerin kökenini bilemiyoruz…

       b.    

–       “Sind buluntuları arasında bilhassa Mohencodaro’da çok sayıda hayvan figürleri mevcuttur (S.J.Marshal s.347). En yaygın olan hayvan figürü kısa boynuzlu boğa ve hörgüçlü Brahmi öküzüdür. Kısa boynuzlu boğaların boyunlarına bazen çelenk takıldığını görüyoruz (PL. 10. C. 23. Marshal).

Buradaki boğaların başları mühürler üzerindeki tasvirlere benzer şekilde iğiktir (Marshal, Nos.327-40). Hörgüçlü boğanın vatanının Hindistan mı yoksa Afrika mı olduğu hakkında şüphe edilmektedir. Mamafih eski zamanlardan beri, çeşitleri ile birlikte, Sind’de bulunmakta olduğu nazarı itibare alınarak, vatanın Afrika’dan ziyade Hindistan olduğuna hükmetmek lâzımdır.

 Ward’a göre bu tip öküzler Mezapotamya’da M.Ö. 1000 yılına kadar görünmez . HİNDİSTAN’DA İNEK KÜLTÜ VE BU KÜLTÜN MENŞEÎ ÜZERİNE BÎR ARAŞTIRMA, KEMAL ÇAĞDAŞ, Hindoloji Asistanı

–     “Harrapa ve mohenjo daro da bulunan heykellerden “bugünkü Hindistan’da mevcut Lingam (linga) kültüyle Vişnu, Şiva gibi bazı önemli ilâhlar ve yoga sisteminin bu dönemin mirası”* olduğu anlaşıldı.. Hinduizm, “İndus nehri etrafında oturanlar” anlamında Sind – hu kelimesinden Farsça yoluyla Batı’ya geçmiştir .*İslam ansiklopedisi…)

İndus medeniyetinin dininin kökeni Sümerlerdir diyemeyiz…

Birinci sonuç;

– İndus medeniyeti ile Sümer medeniyeti aynı dönemde yaşamışlardır…

– Yazı dilleri, şehircilik anlayışı , kültürel farklılıkları vardır…

İslamın; Sümer mitolojileri ile benzerliğini Sümer Medeniyeti ile açıkladınız diyelim, “Hint dinleri” ile benzerliğini Sümerlilerle izah edemezsiniz…

Bu durumda İslam ile Hint dinleri arasındaki benzerliği nasıl izah edeceksiniz ?

 

  1. İlginç olan önemli bir nokta var…

Sadece Mezopotamya ve İndus vadisi değil, dünyanın farklı kültür ve coğrafyalarında yaşayan milletlerin de mitolojilerinde ve inançlarında “benzerlikler” var…

İnsanoğlu; “Bu dünyaya nasıl geldim, neden buradayım, ne olacağım” sorularının cevaplarını geçmişte de aradı, bugün de arıyor…

Benzerliklerin olması “hepsinin kaynağının aynı” olduğunu, soruların  ilahi kaynak tarafından geçmişte de peygamberler aracılığı ile insanlara açıklandığını gösterir…

Din hep var vardı…

Çünkü insanın yaratılma amacı “kulluk”…

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor? ” Kıyame ;36

“Hiçbir ümmet yoktur ki, aralarında bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın.Fatır 24

 

  1. Dünyanın tamamı kazılmış, geçmiş kavimlerin ne yaşadığı ile ilgili bütün arkeolojik bilgilere ulaşılmış değil…

Bu bilgiye sahip olunmadan sadece “bulunabilen” sonuçlar ile hareket etmek ve buradan hükümler çıkarmak buz dağını görünen kısımdan ibaret sanmaktır…

Buz dağında aşağıya doğru inen kişi, her kademe de şunu diyecektir : “Göründüğü gibi değilmiş…”

Ki biz her gün gazetelerde şöyle haberler okuyoruz…

“İnsanlık tarihini değiştiren keşif…”

“Tarih hiç de sandığımız gibi değilmiş“

“Bilim adamları şokta”…

“Arkeologlar şokta”…

“Machu Pichu kalıntılarını kim yaptı ?”

“Peru da yeni nazca çizgileri ortaya çıktı… Bunların neden ve nasıl yapıldığı izah edilemiyor… Uzaylılar mı yaptı” gibi…

Sümerlileri çözenler sadece Sümer medeniyetini anladıklarını iddia etselerdi problem yoktu… Oysa onlar Sümerler üzerinden “dinlerle” ilgili iki iddiada bulundular…

– İnsanlar yerleşik hayata geçtikten sonra “din” oluştu.

– Zamanla Sümer efsaneleri “din” oldu.

Bunları söyleyenler iki ayrıntıyı atladılar…

Birincisi;

Sümerler, yeryüzünde yaratılan ilk insanlar değillerdi… .

İkincisi

 “Sümerler mitolojilerini kimlerden aldı ?” sorusu cevaplandırılmamıştı

Ve Göbeklitepe ile yanıldıkları ortaya çıktı…

Oysa arkeolojik bulgulara dayanarak bu kadar iddialı konuşuluyorsa, hatta bunun üzerine cilt cilt kitaplar yazılıyorsa, daha sonra çıkan hiçbir bulgunun bu sonucu değiştirme-me-si gerekirdi…

“Günümüzde hiçbir bilim dalı, ilk insanın yaşadığı dönemden kalma bir belgeye sahip değil. Bu yüzden dinin kaynağı hakkında ileri sürülen fikirler faraziyeden öteye geçmemektedir (Mehmet Aydın, Dinler Tarihine Giriş, 33).

 

  1. Dinlerin oluşumu hakkında bir başka iddia da “İlk insanların çok tanrılı din anlayışı zaman içerisinde evrile evrile tek tanrı inancına dönüştü” iddiasıdır…

Konunun anlaşılması için “peygamberlerin ne ile mücadele ettiğinin” anlaşılması gerektiğine inanıyorum…

Pettazzoni’ye göre monoteizm (tek tanrı inancı), evrim (evolution) sonucunda değil, devrim (revolution) sonucunda meydana gelmiştir.

Yahudi monoteizmi, eski Doğu politeist kültlerine karşı ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlık, pagan Greko-Romen ve barbar Batı‟nın çeşitli dinleri ile mücadele etmiştir. İslam ise putperest Arapların geleneksel dinlerine sert bir tepki göstermiştir. Aynı şekilde Zerdüştlük de İranlıların geleneksel dinlerine karşı koymuştur. Sonuç itibariyle Pettazzoni, monoteizmi, politeizmin reddi olarak tanımlamakta”… Monoteizm ve yüce varlık konusunda Wilhelm Schmidt ile Raffaele Pettazzoni arasındaki tartışma,  Ramazan Adıbelli

Ne oluyor da İbrahim, Musa, İsa, Muhammed isminde birileri çıkıyor ve çok tanrıya inanan insanlara “Allah’ın tek, ezeli ve ebedi, doğmamış ve doğrulmamış, ” olduğunu anlatıyor?

Niye?

Mesela Mısırlıların “apis öküzüne” taptığını biliyoruz… Bu “gerçek” bir bilgi…

Peki, Musa as ne diyor?

Hani Mûsâ kavmine, ‚Allah size bir sığır kesmenizi emre-diyor‛ demişti. Onlar da, ‚Sen bizimle eğleniyor musun?‛ demişlerdi. Mûsâ, ‚Kendini bilmez cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım‛ demişti.” Bakara 67

Boğanın “hayvan” olarak tanımlanması ile, “tanrı” olarak tanımlanması aynı şey değildir… İkisi arasında müthiş bir bilinç farkı vardır…

Peygamber, boğanın bir hayvan olduğunu anlatabilmek ve onunla ilgili tabuları yıkabilmek için mücadele etti…

Bu mücadeleyi sıradan bir şeymiş gibi değerlendiremezsiniz…

Kutsal metinlerdeki inançları anlamak için, o inançların kendileriyle mücadele ettiği mitosları bilmeye gerek vardır. Bu bilgilerin bilinmesi, aslında kutsal metinlerin de, onları getiren peygamberlerin de ne büyük mücadeleler verdiğini açık bir şekilde gösterecektir. Dursun Ali Tökel. Milel ve Nihal dergi, cilt 6, sayı 1

 

  1. Mevcut arkeolojik bilgiler ile dinlerin kökenine ulaşamayız…

Ama bir yol var…

“İnsanın fıtratındaki deliller”…

Bilimi, sanatı, felsefesi olmayan insan toplumları geçmişte vardı ve bugün de vardır. Ama hiçbir zaman dinsiz bir toplum var olmamıştır “…(Bergson, Henri)

Bundan dolayı da dinlerin oluşumu üzerine fikir yürütenler daha çok “insanların duyguları” üzerine kafa yormuşlardır…

Mesela;

****

Dinlerin oluşumu hakkında Freud, “dileklerin tatmini” olarak görmüştür. “Dini görüşler, medeniyetlerin diğer ürünleriyle aynı ihtiyaç temelinde ortaya çıkmıştır; doğanın ezici gücüne karşı kendini savunma zaruretinden.”

Ünlü sosyal psikolog Erich Fromm da, insanların “güvenlik ihtiyacı” ile dine yöneldiklerini vurgulayarak, dinlerin “korkuların giderilmesi arzusunu” karşılamasına dikkat çekmiştir.

İlkel insan, tabiat olayları karşısında hem şaşkınlık, hem de korku duymuştur. Natürizm yani tabiatçılık bir çok kişiye göre dinin başlangıcıdır.

Oysa bu argüman “Allah’ın varlığının “ delil olabilecek kuvvetli bir argümandır.

Her insanın doğuştan sahip olduğu korkma duygusu ve “korkuların giderilmesi arzusu” doğuştan sahip olduğumuz, gelecek hakkında, evren hakkında ve kendi acizliğimiz hakkında düşünme yeteneğimizle birleşince; doğuştan, bizi Allah’a muhtaç eden arzulara sahip olduğumuz olgusu karşımıza çıkar.

Neden farklı arzularımız bizi Allah’ın varlığına inanmaya yöneltecek şekildedir?

Arzularımızı incelediğimizde, bu dünyada yaşamak ve üremekten çok daha fazlasıyla ilgili olduklarını görmekteyiz.

Yırtıcı hayvanlardan veya yüksek bir yerden düşmekten korkma, elbette bu dünyada yaşamamıza ve ürememize bir katkıda bulunur. Fakat insan zihninin evrenin genişliğini ve kendi aczini kavraması sonucunda, bu durumdan korku duyunca; tüm evrendeki oluşumlara gücüyle etki edebilen bir Varlığa, korkuların giderilmesi arzusunun kendisini yöneltmesinin, bu dünyada yaşama ve üreme ile ilgisi yoktur.

Nitekim bir çok tür de kendilerini öldürebilecek canlılardan korkuya benzer bir his duyuyor gibidirler, fakat evrenin genişliğine karşı kendi acizlikleri üzerine düşünmeleri üzerine çıkan korkulardan kurtulma arzularının, kendilerini bu evrene aşkın olana yönelttiğini gözlemlemiyoruz.

Ağaçta, toprakta, suda olmayan böylesi arzular (yaşam, mutluluk, korkulardan kurtulma, gaye gibi); bu unsurları meydana getiren aynı atomların birleşimiyle bizleri meydana getirdiğinde, ne oluyordur da bizde oluşmaktadır? “

Daha da önemlisi nasıl oluyor da bu arzuların varlığı Allah’ın varlığını gerektirmektedir?

İnsanların içine bu arzuların konması yoluyla, Allah’ın, insanları kendisine inanmaya yönelttiği, Augustine ‘in kelimeleriyle söylemek gerekirse “Bizi, kendisi için yarattığı “ söylenebilir. “ Caner Taslaman, Allah Felsefe ve Bilim… “ ****

“Eğer Tanrı, yarattıkları için bu kadar hassas, dikkatli, sevgi dolu ve hayret verici bir ortam inşa etmişse, o zaman O’nun bu evreni keşfetmesini, araştırmasını, takdir etmesini, ondan ilham almasını ve nihayetinde –en önemli iş olarak- kendisini evren yoluyla bulmasını istemesi gayet doğaldır. “ John A. O’Keefe.

Son söz…

“Bir tutam atomun niye düşünce kabiliyeti olsun ki? Niye ben, su yazıyı yazarken bile, ne yaptığımın üzerinde düşünebiliyorum; ya da niye siz, yazdıklarımı okurken, ileri sürdüğüm fikirler hakkında, benimle aynı fikirleri paylaşarak ya da onları redderek, hoşnutlukla veya canınız sıkılarak, bana karşı çıkmaya hazırlanarak veya fikirlerimin buna bile değmeyeceğini düşünerek kafa yorabiliyorsunuz ki? Kimsenin, hele de bir Darwinistin, bu sorulara bir cevabı yoktur. Mesele şu ki, bu sorulara bilimsel bir cevap verilemez. “ Darwinist filozof Michael Ruse.

 

**** (yazımın bundan sonraki bölümü “Allah Bilim Felsefe” kitabından alıntıdır… Kitaba pdf olarak bu linkten ulaşabilirsiniz… Vakti olanların kitapta “Caner Taslamanın, Arzu delili” ile ilgili bölümü okumasını tavsiye ederim… sayfa 59

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ATEİSTLERİN İDDİALARINA CEVAPLAR..., Yazılarım kategorisine gönderildi | , , , , , ile etiketlendi | 3 Yorum

Allah, kendisine inanmayan iyi insanları neden cehenneme atıyor ?

      1.      Kötü” nedir? İyi insanlar dediğimiz kimler? İnsan, neleri yaptığında “iyi insan” olarak değerlendirebilir? Daha anlaşılır olması açısından konuya bir örnek ile başlamak istiyorum… Bu örneğin sonunda size şu soruyu soracağım… Thomas Robert Malthus, iyi biri mi? … Okumaya devam et

Daha çok galeri | 14 Yorum

Bu yazıyı mutlaka okumalısınız…

 

 

Namaz kılmak gibi bir gündemi olmayan bir kişinin Müslümanlık iddiası ne kadar ciddiye alınabilecek bir iddia olabilir?”

Değerli Erdem Uygan beyefendinin “Kitap ve Hikmet” dergisinde de yayınlanan yazısını mutlaka okumalısınız…

erdemuygan.com

 

 

 

 

Yazılarım kategorisine gönderildi | 2 Yorum